![]() |
'66 doğumlu İtalyan ressam Marco Grassi'nin yağlıboya bir tablosundan. |
(2) Nükleer enerji konusunda doğru düzgün bir tartışma yok. Ya hükümetten yanasın ya da nükleere karşısın. Slogandan başka bir şey duymuyoruz. Bir kere başka bir hükümet nükleer santral kursaydı pekçok kişi karşı çıkmayacakmış gibi görünüyor. Kategorik olarak mı karşılar, yoksa koşullu olarak mı, belli değil. İkincisi, bilim insanları televizyon ekranlarına çıkıp bu konuda ciddi bir tartışma yapmalı. Mesela iki-üç yıl kadar önce NTV'de üç bilim insanının tartıştığı ciddi bir program vardı. Orada bir profesör, Türkiye'de rüzgar enerjisi tam anlamıyla kullanılsa bile ülkenin ihtiyacının %3'ünü anca'karşılar demişti. Bu gibi doneler önemli. Yoksa, karşı mısın, değil misin, bana anlamsız geliyor. Yeterli bilgim yok ki karşı ya da taraftar olayım.
(3) "Gülmek devrimci bir eylemdir", "aşk örgütlenmektir", bir tane daha vardı, unuttum şimdi. Bu tip kulağa hoş gelen ama anlamsız sloganlar yerine gerçeklerle uğraşılsa daha iyi olur. Mesela araba fabrikalarında bir işçi gün boyunca, hatta bazen geceleri de olmak üzere, otomobilin sağ arka kısmını arabaya monte ediyor. Günde bunu yüzlerce kez yapıyor. O esnada zamanla yarışması lâzım. Bant hareket ediyor zira. Ne kadar zevkli bir iş değil mi(!)? Slogan demişken aklıma geldi. Toplumsal cinsiyet sorunu da sanıldığından çok daha kökleşmiş vaziyette. Okulda "scientist" sözcüğü için "bilim insanı" tabirini kullandığımda, ilk itiraz kız öğrencilerden geldi, "öğretmenim, bilim adamı demek gerekmez mi?" diye. Küçücük bir oğlan çocuğuna annesine benzediğini söyleyin, üzülecektir. Oysa kız çocuğuna babasına benzediğini söylediğinizde hiç rahatsız olmaz. Keşke öyle "kadın kadındır, çiçek babandır!" gibi yaratıcılık yoksunu sloganlarla dünya değişseydi. Yetişkinler olarak daha nice deneyimlerimiz var. Sorunlar sanıldığından çok daha köklü. Şahsen -özellikle bu konuda- zerre kadar umudum olmadığı için önceliklerim farklı.
(4) Gerçek bir empati olanaksız. Asla kendimizi başkasının yerine -tam anlamıyla- koyamayız. Orası kesin. Benim kendimi senin yerine koyabilmem için ben olmaktan çıkmam gerek. Senin tüm geçmişini, belleğini, yaşadığın travmaları, güzel anıları, deneyimlerinin bilincinde ve bedeninde bıraktığı izleri, sosyal çevreni, aileni ve hatta biyolojik yapını tam olarak kendime aktarabilmem mümkün değil. Gadamer, tüm metinlere, aslında her şeye, belli önyargılarla, biriktirdiğimiz deneyimlerle ve benliğimizle yaklaştığımızı söyler. Haklı. Kendimizi, inançlarımızı ve somut yaşantımızı biricik zannetmekte de üstümüze yok. Yahu yine de azıcık nesnel, uzaktan bakabiliriz bazı şeylere. Taraflar çıplak olgulara kendi biçtikleri elbiseyi giydirmek ve kendi anlatılarını hakikât belletmek için dezenformasyon yapmaya bayılıyor, hem de her konuda. Halk arasında "ayar vermek" diye bir şey var. İki kelimeyle herkes "ayar veriyor" birbirine. Eskiden Voltaire, Leibniz'in mevcut Dünyanın mümkün Dünyaların en iyisi olduğu düşüncesine "ayar vermek" için Candide diye bir kitap yazmıştı. Öyle iki kelime ile işi geçiştirecek kadar kolaycı değildi. Kant ilk başyapıtını yazdığında 57 yaşındaydı. John Rawls'ın iki önemli kitabı arasında 22 yıllık bir zaman geçmişti. Adamlar çalışıyor arkadaş. Sabırlı ve disiplinli olmak gerek. İtiraf edeyim, etik konusunda üç senedir işin içinden çıkamıyorum; lâkin bu adamların azmi bana sabırlı olmayı öğretiyor.
(5) Konuyla alâkalı değil ama Fransızların güzel bir sözü var paylaşmak istediğim: "Gençlik bilebilseydi, yaşlılık yapabilseydi."
Tamer.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder